ABD BAŞKANLARININ VAATLERİ ve UNUTMA HUYLARI – YALANCININ KÜRESEL GÜCÜ

İBRAHİM OKUR
21.01.21, Bursa

Bu makaleyi iki nedenle yazmayı düşündüm. Birincisi, duydum ki
WhatsApp sizler gibi beni de takip ediyormuş, yazdıklarımızı
arşivliyormuş. Tarihe not düşmek için bu fırsat kaçmaz dedim ve “ben de
yazdım”. İkincisi, Trump kaybedip de Biden kazanınca, bizim medyada
ve sosyal medyada Biden ve Trump yönetimleri hakkında yazılanlardır.
Biden ve Trump konusunun Türkiye’de iç politika gündeminde bu kadar
uzun yer işgal etmesine, iç politikaya malzeme yapılmasına hayret
ettiğimi belirtmeden esas konuya geçmemiş olayım.
ABD başkanları, seçim propagandaları sırasındaki vaatlerini koltuğa
oturduklarında unutmalarıyla ünlüdür. Kendilerine seçimi kazandıran
güçlerin gizli gündemleri ne gerektiriyorsa ona göre hareket ederler. Tek
cümleyle, ABD başkanlık seçimlerinde yalanın bini bir paradır.
Sözü uzatmadan, bir ülkede seçimle gelen yönetimin alabileceği en
yüksek derecede sorumluluğun, en ince hesap kitap gerektiren
politikanın, savaşlarla ilgili kararlar olduğu düşüncesiyle ABD
başkanlarının giriştikleri savaşlar konusundaki tutumlarını tipik örnek
olarak vermekle yetineceğim.
ABD halkının üçte ikisi savaş karşıtıdır. Bu kitleden oy alabilmek için
savaş karşıtı söylemler dillendirmek, seçim vaatlerinin hep birinci
sırasını işgal etmiştir.
“14 Madde” yalanının sahibi Wilson’dan başlayalım:
Woodrow Wilson, başkanlık seçimi süresince hep savaş karşıtı
söylemleri ön plana çıkardı. Ama 1916’da ülkesini Birinci Dünya
Savaşı’na sokan da kendisidir. O zamana kadar ABD savaşa girmemişti;
çünkü savaşan bütün taraflar ABD sanayisinin ve bankalarının müşterisi
idi. Avrupa’da para bitince parsayı toplamak için savaşa karışmak
Wilson’dan istendi ve o da dini argümanlarla bezeli vaatlerini unutup
kendisinden isteneni yaptı. Seçmenine verdiği sözleri hatırlamadı bile.
Gerekçesi düşmanlarının ikmal yollarını tutan ve ticaret gemilerine
saldıran Alman U-Botları idi. Oysa savaşa karışmadan savaşan
tarafların ikmalini durdurduklarını ilan etse idi savaş hemen sona ermek
mecburiyeti vardı.
Benzer şekilde; 1940’daki seçim kampanyasında Roosevelt, savaş
karşıtı söylemleri sayesinde rakibine üstünlük sağlamıştı. Oysa ABD’yi

İkinci Dünya Savaşı’nda cepheye süren Başkan Roosevelt oldu. Bunda
Pearl Harbour baskınının rolü büyüktür ama ABD yönetimi Japonya’ya
karşı “savaşmadan savaşmak” stratejisi izliyordu. Japonya’nın savaşı
sürdürebilmesi için gerekli maddelerin bütün ikmal yollarını tarafsız
olduklarını ilan etmiş olmalarına rağmen kesmişlerdi. Kurşun atmadan
ilan etmedikleri örtük bir savaşı kurnazlıkla yürütüyorlardı.
1964 seçimlerinde savaş yanlısı tutum sergileyen Barry Goldwater
seçimi kaybetti. Barışçıl sözlerle kampanya yürüten Lyndon Johnson
seçimi büyük bir farkla kazandı. Ama Vietnam Savaşı’nı başlatan
Johnson’du. Üstelik Vietnamlılar ABD’ye hiçbir fenalık yapmış değildi.
Vietnamlılara resmen mağlup olan kendini uygarlığı kuran ulus
söylemleriyle dünyanın her tarafında silahsız insanları katleden kibirli
Fransa’nın yerini almak için çok istekliydiler. Bu savaşı da bedavadan
kazanmak için Fransa’ya nükleer silah kullanmasını bile teklif etmişlerdi.
Fransa, ABD’nin Pasifik egemenliğini sağlaması için “kestaneleri
mangaldan almaya” yanaşmayınca bizzat savaşa taraf olmak zorunda
kaldı. Fakat Vietnamlılar kibrinden yanına varılmayan ABD’yi de yendi.
1968’de barışçılık edebiyatı manzumesinden nutuklar atarak Vietnam
Savaşı’nı bitirme sözü veren Richard Nixon seçimi kazandı ama halkına
verdiği sözünü tutmadı. Savaşı bir an önce sonlandırmak umuduyla
cepheye kat kat fazla asker sürdü. Savaş boyunca sivil hedeflere yaptığı
ahlak dışı saldırılarla, -napalm bombasıyla, havadan ve ırmaktan
kimyasal madde püskürterek- 5 milyon sivili öldürdü. Hava hakimiyetine
güvenerek sivillere kitle katliamı yapınca Vietnamlıların teslim olacağını
sanıyorlardı. Barışçı görünmeye çalışıyordu ama barışa ulaşmak için
bütün Vietnamlıları katletmeye koyulmuşlardı. Amerikan ordusunun
Vietnam’daki bütün eylemleri Nürnberg’de Almanlara yapıldığı gibi
soykırım suçuyla yargılama gerektiren cinstendi. Vietnamlılar teslim
olsalardı, savaş sonra erecek, barışsever Nixon kameralar karşısında
barış havarisi nutukları atacaktı. Bu savaşta 120 bin Amerikan askeri
öldü. Sonunda ABD ordusu Vietnam’dan çatılara indirilen helikopterlere
doluşarak kaçtı. İşbirlikçilerini olduğu gibi sattı.
ABD yönetimi hep vahşi savaşların içinde olmasına rağmen Amerikan
halkı hiçbir zaman savaş yanlısı bir tutum sergilemedi. Ama ABD
egemen güçleri ABD’yi astığı astık kestiği kestik küresel egemen
konumuna getirebilmek için her zaman savaş yanlısıydı. Amerikan halkı
savaşın kimin işine geldiğini çok iyi biliyordu. Fakat barışçıl nutuklar atan
adaylar tarafından hep aldatıldılar.
Çok ilginçtir:

Vietnam Savaşı’nda cepheye sürülen askerler o kadar kızgındı ki,
aralarında anlaşıp, kendilerini orman içlerinde ateşe süren kendi
subaylarını punduna getirip getirip sırtından vuruyorlardı. Anketler
Amerikan halkının üçte ikisinin savaş karşıtı olduğunu ortaya
koymaktadır. Onların bu düşüncesini iyi bilen adaylar hep barış nutukları
ata ata seçilmişler ama seçilince seçim döneminde kampanyalarını
finanse eden güçlerin sözünden dışarı çıkmamışlardır. Daha sonraki
dönemde, izledikleri ikinci yöntem kendileri için savaşacak taşeronlar
bulmaktır.
Yalan ABD yönetimlerinin hem ülke içinde hem dışarıda en büyük
sermayesidir. Irak-İran Savaşı’nın ilk iki yılında Irak’ta idim. Saddam
Hüseyin kendini Arap aleminin lideri sanıyordu. Her gün sabahtan
akşama kadar televizyonu işgal ediyor, Arap aleminin lideri rolünü
oynayarak yeri göğü inletiyordu. ABD onu böyle cesaretlendirmiş,
Arapların ‘Big Brother’ı dolduruşuyla İran’a saldırtmıştı. Zamanla
ABD’nin, savaş uzayabildiği kadar uzasın diye İran’a da savaş
malzemesi gönderdiği ortaya çıktı. Hiç utanmadılar. Sekiz yılda borca
batırılan Irak’ın lideri kısık bir sesle “bizi aldattılar”, diyebildi.
Saddam Hüseyin sonunda gerçeği kavradı ama canını ipte aldılar.
Sadece 20. yüzyılda yaşanmış olaylar şu dersi herkesin öğrenmesine
yetmiş olmadı gerekir:
Her kim ki ABD işbirlikçiliğine soyunur, eninde sonunda varacağı yer
tarihin kuburudur. Gelecekte nasıl anılacağı önceden açıkça belli olmuş
demektir. ABD’nin işbirlikçiliğine soyunan herkesin sonu hüsrandır.
Kendi halkına iktidar olabilmek için kendi halkının geleneksel
düşmanlarıyla önceden anlaşan bütün liderleri aynı son bekler. Örnekle
mi? Hüsnü Mübarek, Rıza Pehlevi, Endonezya’da Suharto, Filipinler’de
Marcos. ABD’ye güvenen ve onun dümen suyunda iş gören bölücü
Kürtçüler de aynı duruma düşeceklerdir.
Günümüz dünyasında ABD’ye meydan okuyan kimse yoktur. Önü açık
görünüyor ama ABD’nin çok önemli üç zaafı bir arada tırmanış
halindedir. Birincisi, muazzam boyutlara varan gelir ve sermaye
eşitsizliğidir. ABD kamuoyu bugünlerde bu konuyu yoğun ölçüde
tartışıyor. İkincisi, sağlık harcamalarının kısıtlanmış olması yüzünden
pandemi döneminde Amerikan halkının çok mağdur duruma düşmüş
olması ve sahipsiz hale getirildiğini idrak etmiş olmasıdır. Üçüncüsü ise
ABD’de Beyazların sayısının Afrikalı, Çinli, İspanyol ve melezler toplamı

karşısında hızla azalmakta olmasıdır. Derin ırkçı kültüre sahip Beyazları
bu yüzden büyük bir korku kaplamış durumdadır.
Bilhassa bu üçüncü zaaf, küresel egemenlerin en önemli karın ağrısıdır.
Pandemi yüzünden daralan küresel ekonomi de çok önemli bir etken.
Ama bu sorun bütün diğer ülkeler için de geçerlidir. Sürekli cari açıkla
ayakta durmayı alışkanlık haline getirmiş, ayağını yorganına göre
uzatmayan ülkeler için küresel finans karşısında diz çökmek adeta bir
zorunluluk görünümündedir. ABD yönetimi bu manzaradan cesaret
alarak dayatmalarda bulunmak isteyecektir. Bu şartlar altındaki belli
bölgelerde ABD’nin dünyaya hükmetmesi, dayatmalarda bulunması
kolaylaşmış da denilebilir. Bu durum Biden yönetiminin elindeki önemli
bir kozdur, yeni imkandır, bulunmaz fırsattır. Ne var ki, ABD’nin bundan
ağız tadıyla yararlanması ve ağır bedeller ödemeden sonuç alabilmesi
ancak iyice su yüzüne çıkmış olan iç gerilimlerini ortadan
kaldırabilmesiyle ya da hiç değilse dondurabilmesiyle mümkün olabilir.
Temel sorunlar ve stratejiler söz konusu olduğunda, Biden’in ya da
Trump’ın seçimden önce tali konular haricinde, ne söylediğinin ve ne
vaat ettiğinin pek de bir önemi yoktur. Biden, kendisini koltuğa taşıyan
esas politika belirleyicisi olan küresel egemenlerin istediklerini
yapacaktır. Çünkü, ABD küresel egemen güç konumunun sarsılmasını
önlemenin yolunu bulmak zorundadır. Aksi takdirde doların küresel
egemenliği de sona erecektir. ABD’nin borcu 23 trilyon dolar ve bunun
16,5 trilyon doları Hazine’nin borcu. Sürekli cari açık veriyor ve yıllar
böyle geçiyor. Bu yüzden dış borçlanma sıralamasında dünya birincisi.
Kısacası ABD’nin işleri kolay değil. Küresel egemenliğini sürdürmesi de
çok pahalı. Çünkü kendisinden sonra gelen dokuz ülkenin askeri
harcamalarının toplamından daha fazla harcama yaparak konumunu zar
zor muhafazaya çalışıyor.
Bana sorarsanız, ABD’nin en önemli ve en ucuz silahı yerelde avucunun
içine aldığı işbirlikçiler. Bundan sonra da onları ayakta tutmaya çalışarak
savunma harcamalarını olabildiğince aşağı çekmeye çalışacaktır. Trump
ya da Biden ya da sırasını bekleyen bir başkası, hepsinin izleyeceği yol
aynıdır. Yakın gelecekte ABD dış politikasında bu zaaflar ve stratejiler
birinci dereceden belirleyici olacaktır. ABD’nin hatalarını tolere edebilme
şansı da sınırlanmıştır ve manevra sahası hızla daha da daralmaktadır.
Dikkat edilirse, bütün dünya Çin’in alternatif liderliğini hesaba katmaya
başladı.
Çin’in geleceği ayrı bir konu.
Burada duralım.

Şimdilik!